2016 yılında Adramytteion Egemenlik Alanı Arkeolojik ve Epigrafik Yüzey Araştırmaları kapsamında gerçekleştirilen yüzey araştırmasında Burhaniye ilçesi Kuyucak Mahallesi’nin yaklaşık 700 metre güneydoğusundaki Yazılıtaş Tepe’nin güney yamacının yaklaşık 590 metre kotunda yer alan alanda, kuzey ve kuzeybatı yönde Edremit düzlüğüne hâkim bir noktada bağımsız bir kaya kütlesi üzerinde, kayanın hem batı hem de doğu fasadlarına kazınarak işlenen semboller tespit edilmiştir. Aynı kapsamda 2019 yılında gerçekleştirilen çalışmalarda ise, aynı mevkide, söz konusu kaya kütlesinin kuzeydoğusunda daha küçük bir kaya kütlesi üzerinde aynı işaretlerden birine tekrar rastlanmıştır.
Yaklaşık 10-12 cm harf yüksekliğine sahip olan bu işaretlerin, Türk sosyal yapısı içinde önceleri mülkiyet alameti olarak uruk ya da boyun ortak maddî mal varlığını tanımlamak üzere atlara ve diğer büyükbaş hayvanlara vurulan özel imlerin ifadesi için kullanılan, sonrasında ise Türkler tarafından oluşturulan siyasî birliklerin yönetim anlayışına bağlı olarak kullanım alanı genişleyen ve “mühür, nişan, alamet, vergi” gibi anlamlar kazanan tamga örnekleri olduğu anlaşılmıştır.
Eski Türkçe tamga, günümüz Türkçesinde damga olarak yaşayan kelimenin ilk ve asıl anlamı 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından ansiklopedik bir sözlük olarak yazılan Divânu Lugâti’t-Türk adlı eserde “hakanın mührü” olarak verilirken, aynı eserin Oğuz maddesinde, Oğuzların yirmi iki boydan oluştuğu, her boyun ayrı bir alameti ve başkaları tarafından tanınması için hayvanlarına vurulan damgası olduğunu bildirilir. Kaşgarlı Mahmud, yirmi iki Oğuz boyunu sıraladıktan sonra bunların yirmi birine ait tamga şekillerini de verir. Divânu Lugâti’t-Türk yanı sıra Reşideddin Fazlullah’ın Camiü’t-Tevârih’inde, Yazıcızâde Âli’nin Tevârih-i Âl-i Selçuk’unda, Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terâkime’sinde Oğuz boyları ve bu boylara ait tamga şekilleri verilmektedir.
Murad’ın emriyle Yazıcızâde Âli tarfından 1423 yılında kaleme alınan Tevârih-i Âl-i Selçuk’ta Oğuz tamgalarının ortaya çıkışını anlatan bir bölüm bulunmaktadır. Buna göre; Oğuz Han vefat ettikten sonra yerine geçen oğlu Gün Han’ın veziri olan, aynı zamanda devrin bilgesi olarak kabul edilen Yengi Kentlü Irkıl Hace adlı kişi, Gün Han’a kardeşlerin arasında ileride ortaya çıkabilecek olan anlaşmazlıkların önüne geçmek için şu şekilde bir teklifte bulunur: “Oğuz’un her oğlu ve her torunu için birer nişan, tamga olarak tespit olunsun. Yarlıg ve hazinelerini, yılkı ve davarlarını bu nişanla tamga etsinler, bu sayede mal ve mülkten ötürü ileride anlaşmazlıklar çıkmasın. Zaman içerisinde Oğuz’un oğul ve torunları kendi adını ve lakabını unutmasın”. Bu teklifi beğenen Gün Han, Yengi Kentlü Irkıl Hace’den her Oğuz boyu için bir nişanı tamga olarak tespit etmesini ister, o da yirmi dört boy için ayrı tamga hazırlar, böylelikle Oğuz tamgaları ortaya çıkar.
Türk tamgalarının, Türklerin ilk yazılı belgeleri olan Orhun Yazıtları’ndan ve bu yazıtlarda kullanılan runik harflerden daha önce bilindiği ve tespit edilmiştir. Runik alfabenin kökeni konusunda fikir ileri süren araştırmacılardan bazıları, Orhun alfabesinin Türk tamgalarından ortaya çıktığı görüşünü ileri sürmüştür. Onlara göre runik harfler, Orhun Yazıtları’ndaki mükemmel şeklini alıncaya kadar, önce resimden, resim yazısında tek işareti tanımlayan “piktograf”, piktograftan basitleştirilmiş resim yani “piktogram”, piktogramdan fikri ifade eden işaret olan ideogram safhalarına geçmiş ve ideogramdan bir harf, hece ve sesi gösteren işaret olarak fonogram olarak son şeklini almıştır.
Oğuzlar, Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar genişleyen göç hareketlerinde kendi kültür unsurlarını da beraberlerinde taşımışlardır. Anlam ve kavram itibariyle Türklerin hayatında süreklilik gösteren bir maddî kültür unsuru olarak tamgalar da Anadolu’da çeşitli boy, soy, oymak, oba, aşiret, cemaat ve aileler arasında yaşamaya devam etmektedir. Hayvanlarda, mezar taşlarında, kilim ve halılarda, heybe, torba ve un çuvallarında, ev kapı ve duvarlarında, at koşum takımlarında anlamı bilinerek veya bilinmeyerek kullanılmaktadır.
Kaynaklar ışığında, Burhaniye ilçesi Kuyucak Mahallesinde bağımsız iki kaya kütlesi üzerinde tespit edilen sembollerin, Oğuzların Çepni boyuna ait tamgalar olduğu teyit edilmektedir.
Rivayete göre, Oğuz Kağan’ın altı oğlu olmuştur. Ava giden oğlanlardan, büyük olan üçü (Gün, Ay, Yıldız) av dönüşü babalarına bir altın yay, küçük olan üçü ise (Gök, Dağ, Deniz) üç altın ok getirdiler. Oğuz Kağan, altın yayı üç büyük oğluna verip onlara Bozok adını verdi. Üç altın oku da üç küçük oğluna verip onlara Üç-ok adını verdi. Oğuzların Üç-ok kısmına mensup olan Çepniler, geleneğe göre Gök Han’ın dördüncü oğlu Çepni’den türemişlerdir.
Çepnilerin büyük bir kısmının 1277 yılında Sinop yöresinde yaşadığı, Ordu ve Giresun’a genişledikleri ve 16. yüzyılda Trabzon’un güney ve batısındaki bölgelere yerleştikleri bilinmektedir. Kanuni döneminde Halep Türkmenleri arasında üç kola ayrılmış olan Çepnilerden bir kısmı, 1728 yıllarında Turgutlu ve Bergama taraflarına gitmişler ve bugün Balıkesir, İzmir, Manisa ve Aydın illerinde yaşamaktadırlar.
Seslendiren: Gürkan Birgün